…inanıyorlardı. O zaman neden büyük bir mabet yoktu ki? Her
zaman olduğu gibi üstüne kasvet çökmüştü. Başını yine ellerinin arasına aldı ve
çan çalar gibi bir öne bir arkaya sallamaya başladı. “Beynimde çanlar çalıyor
sanki” diye anlatırdı bu hallerini.
Sıklıkla anlatıldığı üzere hikâye şöyle başlıyor: 16 Haziran
1920’ de Bronson ailesi kasabaya ulaştı. Gökyüzünde kasvetli, siyah bulutlar belirmişti.
Birkaç dakika sonra yağmur yağmaya başladı. Babam at arabasını mezarlığa
çekmiş, annem de Joey ve Miriam’ı ailenin birkaç parça değerli eşyasının
üzerine yayılan tentenin altına sokmuştu. Babam çekiç gibi inen damlaların
altında mezar taşlarına bakıyordu, şiirden bir alıntı okudu: “Ve güneş batar
tatlı bir günün ardından.” Bazıları için günün tatlı olmasına sevindi ama onun
için gün hiç de tatlı sayılmazdı.
Babam trenle gelmek istemişti. Concordia taşra evlerinin
bulunduğu bir yerdi, bu yüzden tren burada muhakkak dururdu. Ama tren demek
bilet masrafı ve ayrıca yük giderleri demekti. Büyükbabama Nashville’e gitmek
için zaten borçlanmışlardı, annem de daha fazla borca gireceklerini söyleyerek
karşı çıkmıştı. “Hayır, paramızı tutmalı ve borçlarımızı ödemeliyiz,” diyerek
at arabasıyla gitmeleri gerektiğinde ısrar etmişti. Babam da 125. Cadde’ye
gitmek için demiryolunu seçmelerinin sorun olacağını söylemişti.
Gök gürültüsü geri çekilirken sanki babam yanlış karar
verirse gümbürtüyle geri döneceğinin gözdağını veriyordu.”Anladım,” diyordu
kendi kendine ama ne yapacaktı? Başka seçeneği yoktu, kalacak bir yer
bulmalıydı. At arabasında bir…
Sayfa -11-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder